19 Kas 2012

1993'te Old Trafford'da Sadece Futbol Oynanmadı.


Geçmişten beri çok konuşulan Arif'in Manchester'a attığı gol;

İnsanın hayatında hatırlayacağı, muhtemelen torunlarına anlatabileceği kalitede, bir devri değiştirecek, bir zamanla özdeşmiş, belirli bir birikimin patlamasını başlatacak 2 ya da 3 gol olur.

Benim için bunlardan teki Cevat Prekazi'nin Monaco'ya attığı goldür. O gol kuruluş devrinin başlangıcıdır. O gol atıldıktan sonra herkesin yüzü gülmüştü.

İkincisi de Arif'in bırakın şımaykıl'ın, bütün maykıl'ların hatta kıllar'ın kurtaramayacağı o golüdür. Bu gol de yükselme döneminin başlangıcıdır.



Atılan bu golden sonra kimse gülmemiştir. yüzlerdeki ifade de sevinç değildir. o ifade, "yetti lan yetti" ifadesidir ve bu sadece başlangıçtır. Düşünün ki, sen deplasmanda, daha önceden 8'den aşağı gol yemediğin adamlara inanılmaz bir gol atıyorsun ve gol atıldıktan sonra hiç bir Galatasaray'lı futbolcu gülmüyor. Yüzlerinde sadece şiddet okunuyor. Yüzlerinde sadece hırs var. Düşünün, o golden sonra; Arif, takım arkadaşlarından kafasına yumruk yiyor. Oyuncular gol sonrası birbirlerine tekme atıyor, kafalarını tokuşturuyor. Yerlere tükürüyorlar, omuzları yükseliyor. Tribünde Türk bayrağı yakan orospu çocukları var ve hiç bir Galatasaraylı gülmüyor. Bir gıdım gülümseme yok. Bildiğim bir gerçek vardı ki, orada oynanan oyun sadece futbol değildi.

20 Kasım 2012 Galatasaray - Manchester United maçına gelince;


Müthiş bir atmosfer olmazsa, beni kahredecek maç.

Yani ne bileyim, meşalesi, 90 dakika boyunca tezahüratı, futbolculara "la nereye geldik biz?" demeçleri verdirtecek atmosferi, sahada rakibe kök söktürecek bir oyunu olmazsa bu maçın, Kahrolurum ben. bu maç önemli, çok önemli.

Biz şu anki halimizle Avrupa'nın en büyükleri arasında değiliz belki... Ama bu atmosferi sağlayabilmek için milyonlarca liraya, altyapıya, geçmesi gereken yıllara, pişmeye ihtiyacımız yok. Bunu yapmak için sadece Galatasaray sevgisi yeterli. 

Öyle bir maç olsun ki, skor ne olursa olsun, yine "kimse orada beni 20 bin kişi olduğuna inandıramaz" demeçlerini görelim. Gerçi 50 bin kişi var, "burda temiz bi' 200 bin kişi vardır" diye demeç vermezler ama olsun. 

Olm ayıp değil. Terbiyesizlik değil. sahaya konfeti, meşale atın, sahaya inip mençıstırlılara saldırın da demiyorum. Yapmanız gerekeni yapın. "atmosfer" oluşsun, gerisi önemli değil.

"e bilader, niye siz diyosun, o kadar biliyosun sen gel madem?" demeyin, yüreğimi burkmayın. Kredi kartım  çakılı olmasa alırım taksitle ama nerdee.

Umarız etkileyici bir atmosfer, iyi futbol ve Allah'ın izniyle alacağımız bir galibiyet bizler için; o geceyi unutulmazlar arasına sokmaya yeteceğini düşünüyorum.


Bilmeyenler, Yaşı küçükler için ise o unutulmaz karşılaşmayı tekrar yayınlamaktan zevk duyuyorum.


İyi Seyirler.










GÜNCEL: Ercan Taner ' in muhteşem anlatımı!, ntvspor'un tarafsız yorumlcularının analizleri, maç öncesi kareografi ve bunu gibi bir çok keyif verici unsuru bizlere ekran başında sunan star tv ve doğuş grubu kanallarına teşekkürü borç biliriz.-!!!!!!!!!!!!!!!!!!

17 Kas 2012

Bir Hilal Uğruna Ya Rab...




“Çekiyorum tetiği…
Çekiyorum…
Çekiyorum…
Tüfek patlamıyor..
Tüfek bozuldu herhalde dedim, bak hele dedim yanımda ki arkadaşıma, benim tüfek bozulmuş…
Bir baktı benden yana ve dedi ki:
Senin parmak gitmiş

Ezineli Halil


Çanakkale dediğimizde 7′den 77′ye herkesin aklına ilk gelen isim hiç şüphesiz Koca Seyyid Onbaşı’dır.  İnsan gücünün yetmeyeceği, hayal bile edemeyeceği 275 kiloluk gülleyi Allah’ın inayetiyle kaldırıp ateşlemesi ve sonucunda Düşman gemisi Ocean’ı sulara gömmesiyle  adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. Peki Seyyid Onbaşı’yı ne kadar tanıyoruz? Hayatını nasıl yaşıyordu? Savaşın öncesi ve sonrasında Seyyid Onbaşı’ya ne oldu? Bu soruları kendimize sormuyor çoğu zaman aklımıza dahi gelmiyor. O , bizim için 275 kilo mermi kaldıran onbaşı olarak akıllarda kaldı, Seyyid Onbaşı…
Tüm ümitlerin yitirildiği, her şeyin yok olup, sıfıra düşmüş bataryasında 275 kiloluk gülleyi kaldırarak topunu doldurup ateşleyen, Allah’ın yardımıyla mucizeler yaratarak düşman zırhlısını batıran ve zaferin Müslüman Türk’ün lehine dönüşmesinde büyük payı olan bu Koca Nefer kimdir?
Kısaca Seyyid Onbaşı’nın Hayatı 
Seyit Onbaşı, 1889 yılının Eylül ayında Havran İlçesi Çamlık (Manastır) köyünde dünyaya geldi. Babasının adı Abdurrahman, annesinin ki Emine idi. Seyit, 1909 yılının Nisan ayı başlarında askere alındı. 1912′de Balkan Savaşları’na katıldı. Savaş bitiğinde terhis edilmedi ve topçu eri olarak Çanakkale Cephesi’nde görev aldı. Çanakkale Savaşları’nda gösterdiği kahramanlıkla adını Türk tarihine yazdırdı. 18 Mart Deniz Savaşı sırasında, Rumeli Mecidiye Tabyası’nda ayakta kalabilen tek top vardı onun da mermi kaldıran vinci bozulmuştu. Seyit Onbaşı büyük bir güçle 215 Okkalık mermiyi üç kez kaldırarak namlunun ucuna sürmüş ve bu kahramanlığı ile Ocean gemisi büyük bir yara almıştı. Seyit Onbaşı 1918 sonbaharında köyüne döndü. Sanatı olan ormancılık ve kömürcülüğe devam etti. 1934 tarihinde yürürlüğe konan soyadı yasasıyla “Çabuk” soyadını aldı. 1939 yılında akciğerlerindeki rahatsızlık nedeniyle vefat etti.
Düşman zırhlılarından bir tanesi (Ocean) sağa sola alev kusarak hızla ilerliyordu. Seyit Onbaşı, hemen istihkamdaki toplara bir göz attı. Bir tanesi dışında hepsi kullanılamaz derecede hasara uğramıştı. Çalışır vaziyette olan topa ait mermileri kaldırıp namluya sürülmesine yardımcı olan vinç tertibatının parçalanmış olduğunu fark etti. Ama birşeyler yapmalıydı…
Çanakkale savaşlarında komutanından erine kadar herkes, çok büyük bir gayretle savaşmıştı. Dost düşman herkes bilir ve ifade eder ki, yaptıkları savaşın bir ‘cihad’ olduğunun şuuru içinde olan Türk Askerleri, ellerinden gelen ve insan olarak yapmaları gereken tüm gayretleri gösteriyorlardı. Bir İngiliz yazarı 18 Mart 1915 günü yapılan büyük deniz savaşında Türk topçusunun gayretlerini şöyle anlatır:
“Türk askerlerinin yedi saatlik uzun bombardıman sırasındaki tutumları hayranlık uyandırıcıdır. Gelibolu kıyısında, Kilitbahir’deki Türk topçusunu izleyenler, onların önüne geçilmez bir inançla savaştığını, askerler top başına koşarken imamların dua okuduklarını anlatır. Burada görülen, savaşın alışılmış heyecanının da ötesindedir. Türk askerleri bir dini heyacan, kafire karşı savaşmanın getirdiği bir duygunun etkisindedir. Bu nedenle uçuşan şarapnellere ve patlıyan mermilere aldırmaksızın kendilerini ileri atarlar.” (Gelibolu, Alan Moorehead, şubat 2002, Doğan Kitapçılık- sahife 66)
İşte bu cihad etme şuuruyladır ki, askerlerimiz arasında eşi ve benzeri duyulmamış olaylar yaşanmıştır.
Çanakkale cihadının bu enteresan olaylarından birisi de Seyit Onbaşı’nın başına gelenlerdir. Aslında Seyit’in yaptığı kahramanlığın, bilinen tabiat kanunları ile izahı yoktur. Elbette bir izahı vardır, ama bu izah ancak Nusretullah, (Allah’ın yardımı)  kavramıyla anlamını bulur.
Büyük patlama…
18 Mart günü saat 17.00 olmuştur. Deniz savaşı bütün hızı ve şiddeti ile devam etmektedir. O ana kadar Türk topçusunun maharetli atışları ve Nusret’in gizlice döktüğü mayınlarının yardımı ile düşmanın, Bouvet zırhlısı batırılmış, Inflexible ve Irresistible ise  ağır yaralanarak yan yatmış, düşmanda bir panik havası görülmeye başlanmıştı.
Yan yatmış olan Irresistible’in hemen yanından, Ocean isimli zırhlı, bağından boşanmış azgın bir at  gibi, tekme savururcasına, sağa sola ateş kusarak pervasız bir şekilde ileri gitmeye başlamıştı. Bilhassa Rumeli Hamidiye ve Rumeli Mecidiye tabyaları bu zırhlının açtığı ateşlerle toz duman içinde kalmıştı.
Tam o sırada Rumeli Mecidiye tabyasının ağır toplarının bulunduğu kısma Ocean’ın fırlattığı büyük bir düşman mermisi düşmüş, tabyanın cephaneliği isabet aldığından büyük bir infilak meydana gelmişti. Taş toprak ve insan parçaları havaya savrulmuş, tabya toz bulutları içinde kalmıştı.
Tabyada topçu yardımcılığı yapan, Balıkesir’in Havran-Çamlık (bügünkü ismiyle Kocaseyit) Köyü’nden Mehmet oğlu Seyit Onbaşı, patlamanın tesiriyle üzerine örtülmüş olan taş toprak parçalarını silkeleyip, başını kaldırdı, sağa sola bakındı. Hâlâ yaşıyordu. Şükür yaralanmamıştı da. Yanıbaşında takım arkadaşı Ali’yi gördü:
-Arkadaşlar nerdeler?
-Arkadaşlar mertebelerini buldular. Hepsi şehit oldular. Sadece sen ve ben kaldık.

Seyit doğrulup boğaz sularına bir göz attığında çok heyacanlandı. Düşman zırhlılarından bir tanesi (Ocean) sağa sola alev kusarak hızla ilerliyordu. Hemen istihkamdaki toplara bir göz attı. Bir tanesi dışında hepsi kullanılamaz derecede hasara uğramıştı. Çalışır vaziyette olan topa ait mermileri kaldırıp namluya sürülmesine yardımcı olan vinç tertibatının parçalanmış olduğunu fark etti. Ama birşeyler yapmalıydı.
İşte o an
Yerde, çalışabilir vaziyetteki topa ait dört adet mermi vardı. Sağına soluna bakındı başka mermi de kalmamıştı. Topun atış yapabilmesi için yerde duran mermilerin, birkaç basamaktan oluşan topun merdiveninden yukarı çıkarılıp namlu haznesine sürülmesi gerekiyordu. Ani bir kararla mermilerin yanına gitti. Arkadaşına:
-Gel Ali! Yardım et de şu mermiyi sırtıma alayım.   Dedi. Arkadaşı şaşkın şaşkın bakarak:
-Bu mermilerin her biri 215 okka(275 Kg.) çeker. Kaldıramazsın Seyit! dedi.
-Bir deneyelim! diye cevap verdi.
Ellerini toprağa bulayıp tuttukları mermiyi Seyit’in sırtına koymaya muvaffak oldular. Seyit kemiklerinin çatırdadığını duyar gibi oldu. Gözlerinin önünden şimşekler geçtiğini zannetti. Boyun damarları parmak gibi dışarı çıkmıştı. Hafif sendeledikten sonra topun merdivenlerini teker teker, yavaş yavaş çıktı. Arkadaşının yardımiyle  mermiyi topa sürmeye muvaffak oldu. Nişan tertibatını yeniden ayarlayarak besmeleyle ateşledi. Bu üçüncü mermi, gemiye kıç tarafından  su hizasından isabet edip patladı. Geminin dümen tertibatı parçalandı. Dümensiz kalan gemi geniş yaylar çizerek başıboş sürüklenmeye başladı.
Koşar adım yanlarına gelen batarya komutanı Hilmi Bey, yanlarında iki Alman subayı olduğu halde takdir dolu gözlerle bakarak:
-Sen miydin Seyit? Vurdun gemiyi, dedi.
Ocean sulara gömülüyor
Az sonra kulakları sağır eden bir patlama oldu. Denize baktıklarında az önce Seyit’in dümenini tahrip ettiği, başı boş dolaşmaya başlayan geminin, siyah dumanların içinde kaldığını, dumanlar biraz dağıldığında da yan tarafa doğru yatmakta olduğunu gördüler.
ingiliz ocean gemisi Topçu Koca Seyyid Onbaşının Hayatı
Evet Ocean başıboş ve dümensiz kaldığı için Nusret’in mayınlarından birine çarpmış ve hızla batıyordu. Siperlerin arkasından ve gözetleme yerlerinden tekbir sesleri yükseliyor, alkışlarla ortalık çınlıyor, birbirlerine sarılan komutan ve  askerler sevinç gözyaşlarına boğuluyordu… Seyit Onbaşı’nın attığı mermi, bir tek mermi, çılgın Ocean’ı durdurmakla kalmamış savaşın kaderini de değiştirmiştir.
Ertesi günü istihkamları tek tek dolaşmaya başlayan Müstahkem Mevki Komutanı Cevad Bey, Seyit’in kahramanlığını öğrenir:
-Evladım  bu mermileri nasıl kaldırıp, topun namlusuna sürdüğünü bize gösterebilir misin?
Seyit biraz mahcup bir eda ile, aynı türden bir merminin yanına gider, ellerini toprağa sürer, besmele çekerek mermiye sarılır, fakat mermiyi yerinden bile kımıldatamaz. Bu tarihi olayın belgelenmesi için,  merminin ağaçtan bir modelini yaparlar, Seyit Onbaşı’ya bunu kaldırtarak fotoğrafını çekerler. Gerçekten de bu fotoğraf dünya basınında yer almış ve bugün de arşivlerde mevcuttur.
Cevdet Paşa ve Koca Seyyid Onbaşı

Hadiseyi öğrenip Cenab-ı Hakk’a şükreden Cevdet Paşa Koca Seyyid’e bir arzusu olup olmadığını sordu. Allah’a kulluktan başka herşeyi gönlünden silmiş bulunan fedakar yiğit, ruhundaki ikinci kahramanlığı da şöyle sergiledi. “Kumandanım! Hiç bir talebim yoktur; lakin ben pehlivan yapılı olduğumdan günde bir somun yetmiyor. Düşman karşısında daha güçlü olmam için emretseniz de bana iki somun verseler…“
Çanakkale Savaşları’nın kaderini değiştirenler unutulur mu?
Hangi mülahaza ile yapıldığı bilinmez ama, Seyit Onbaşı’nın tarihi fotoğrafında mermiyi sırtında taşıdığı görülmektedir. Fakat olay yerinde bulunan heykelde kucağında taşıttırılmıştır. Madem bir heykel yapılacaktı (cahiliyye devrinden kalma heykele de karşıyız), aslına uygun yapılsa idi daha isabetli olmaz mıydı?
Seyit Onbaşı’nın hikayesi çok basit bir hikaye değildir. Cihadı, şartlarına uygun olarak gerektiği gibi yapan, sonra da içten bir besmele ile gereğini yerine getirmeye çalışan bir mücahid’in, nasıl Allah’ın yardımına mazhar olduğunun, bu yardım dolayısiyle, savaşın büyüklüğü karşısında, çok küçük gibi kalan bir merminin, o büyük savaşın kaderini nasıl değiştirdiğinin, canlı belgesini bizlere sunmaktadır.
Balıkesir’in Havran, Çamlık köyünden olan Seyit Onbaşı, savaştan sonra köyüne dönmüş, mesleği olan çiftçilikle uğraşırken, yoksul bir vaziyete düşmüş ve öyle yaşamış olduğunu okuyoruz.
1939 yılında köyünde vefat eden Seyit Onbaşı, Çanakkale Cihad’ının ve zaferinin adeta bir sembolü haline gelmiştir. Bugün şehitlikleri ziyaret edenler, Seyit’in ve şehit arkadaşlarının ruhuna bir fatiha okumadan geçemezler.
Seyit Onbaşı’nın ve tüm şehit ve gazilerimizin ruhları şad olsun!

16 Kas 2012

Kültür Sanat Organizasyonu'na Davetlisiniz.


FAGİAD Kültür Sanat Organizasyonu;


Fretless albümü çıktığı yıl Avrupa'da yılın yaratıcı albümü seçilen,

Türk müziğine icracı ve yorumcu olarak devasa katkılar yapan;

Perdesiz gitarı ve perdesiz bağlamayı geliştirerek Dünya müzik literatüründe yerini alan;

ender Türk Müziği Sanatçılarımızdan Erkan OĞUR ve İsmail Hakkı DEMİRCİOĞLU'nun;

1 Aralık 2012 Cumartesi Günü saat 19.00'da Fatsa Kültür Sarayı'nda vereceği müzik ziyafetine davetlisiniz.

Detaylı Bilgi ve Rezervasyon İçin;

Kalamaki Tour: +90 452 423 73 73
..... 

Erkan OĞUR;


Müziğe 4 yaşından itibaren keman, bağlama, flüt ve cümbüş çalarak başladı. Onu Halk Müziği icrası konusunda teşvik eden ilkokul müzik öğretmeni "İlkokulu bitirdiğinde, bizim yöreden çalmadığı saz kalmamıştı." diyor. Gitar çalışında Jimi Hendrix'in bazı etkileri olmuştur. 1976'da perdesiz gitarı icat etti. Liseyi Ankara'da tamamladı. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü ile başladığı üniversite hayatına Münih Üniversitesi Fizik Mühendisliği'nde okuyarak devam etti. Müzisyen olmaya karar verdikten sonra eğitim görmek için Türkiye'ye döndü. İstanbul Devlet Konservatuarı Müzik Teorisi bölümünden mezun oldu. Çalışmalarında ağırlıklı olarak kopuz ya da dede bağlama, ud,e-bow, perdesiz gitar, klasik gitar, elektro gitarı ve sesini kullandı. Bunlar dışında birçok enstrümanı da albümlerinde başarılı bir şekilde çalmıştır. En son Telvin Trio ile birlikte çıkardığı iki cd'lik Telvin albümünde doğaçlama caz denemeleri yapmıştır. Fretless albümü çıktığı yıl Avrupa'da yılın yaratıcı albümü seçilmiştir. Bir Ömürlük Misafir albümü olarak Türkiye'de daha sonra yayınlanmıştır. Türk müziğine icracı ve yorumcu olarak devasa katkılar yapmıştır. Perdesiz gitarı ve perdesiz bağlamayı geliştiren kişidir. Dünya müzik literatüründe yerini almıştır. Günümüzde ise Nazım Hikmet Akademisi Müzik Bölümü'nde ders vermektedir.

Müzik yaşamı boyunca pek çok müzisyene ilham kaynağı olduğu gibi bağlama ustalarına da işlerini yaparken adeta sufle vermiştir. "İnsanın, salt yaşantısı ve yapıp ettiklerinin doğayla uyumlu olduğu müddetçe başarıya erişme şansı vardır." diyerek hayattaki duruşu hakkında ipucu vermiştir. Öyle ki Kemal Eroğlu meslek hayatını Erkan Oğur'u tanıdıktan önce ve sonra olarak ikiye ayırmaktadır.

Albümleri;

İstanbul'da Bir Amerikalı (Robert Johnson ve İlkin Deniz ile birlikte) (1982) (Çekirdek Sanat Evi Kayıtları)
Müzikte Anadolu Mistisizmi (Aziz Şenol Filiz ile birlikte) (1982) (Çekirdek Sanat Evi Kayıtları)
Perdesiz Gitarda Arayışlar (Çekirdek Sanat Evi Kayıtları) (1983)
Sis (1989) (Film Müziği)
Fretless (1994)
Bir Ömürlük Misafir (1996)
Eşkıya (1997) (Film Müziği)
Propaganda (1999) (Film Müziği)
Gülün Kokusu Vardı (İsmail Hakkı Demircioğlu ile birlikte) (1998)
Hiç (Okan Murat Öztürk ile birlikte) (1999)
Anadolu Beşik (İsmail Hakkı Demircioğlu ile birlikte) (2000)
Fuad (Djivan Gasparyan ile birlikte) (2001)
Yazı Tura (2004) (Film Müziği)
Telvin (İlkin Deniz, Turgut Alp Bekoğlu ile birlikte - Telvin Trio)(2006)
The Istanbul Connection (2007)
Erkan Oğur/Lizeta Kalimeri - Lonely Land (2008)
Mommo (Kız Kardeşim) Film Müzikleri (2009)
Kadim (2010) (Belgesel Müziği)
Dönmez Yol (2012)
Telvin - Turne Belgeseli (2012)

14 Kas 2012

Erkeklik Buysa...


"Ordu erkek gördü" şeklinde başlık attıktan sonra çark eden Fanatik Gazetesi bu kez iki yüzlülüğünü gösterdi.

 Gazetenin Karadeniz baskısında 1. sayfada logonun yanında Orduspor'dan özür dileyen bir yazı yer aldı. Ancak İstanbul ve diğer baskılarda özür yazısı 1. sayfada yer almadı.

Fanatik gazetesi'nin iki yüzlülüğü Orduspor taraftarlarının daha fazla tepkisini çekti. Mor Beyazlı taraftarlar, "Fanatik Gazetesi almıyoruz" diye kampanyalar düzenliyor. Tüm Orduluları da Fanatik almamaya davet ediyor.

Bu arada "amk" diye spor gazetesi çıkan ülkede manşetlerde belden aşağı olmasına şaşırmamak gerekmiyor mu?. Biri fanatik biri amk, ülkenin spor basınına bak. Sonunda da eklemekte fayda fayda var; manşeti atan adamı işten atmışlar. Sizin yalanlarınıza ... ne diyeyim! kime yutturuyosunuz!. Ha bir de manşette diyorlar ya "Ordu Erkek Gördü" diye...

Sizinki gibi Erkeklik Buysa... ORDU'ya Gelin ADAM Görün. Sizin mantığa da anlayacağınız dilden de sesleniyorum; olum biz her gün en az 3-4 avuç fındık yiyoruz. Akıllı Olun...


Fanatik gazetesi'nin skandal manşeti

13 Kas 2012

Alparslan'ın Tarihe Geçen İbretlik Sözü!

Selçuklu Devleti hükümdarı Sultan Alparslan, Türk milletinin en büyük kahramanlarından.


Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasan valisi Çağrı Beyin oğludur.

20 Ocak 1029’da doğdu. İyi bir tahsil gördü, sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandanlığı ile ün saldı. Babasının ölümünden sonra Horasan valisi oldu. Amcası Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063’te öldüğü zaman vasiyeti üzerine Selçuklu tahtına Alparslan’ın ağabeyi Süleyman getirildi, fakat Türk beyleri buna itirazda bulundular ve Alparslan’ı hükümdar tanıdılar.

Alparslan 27 Nisan 1064’te büyük bir törenle tahta çıktı. 


Amcasının vezirliğini yapan ve Süleyman’ın tahta çıkmasını isteyen Amidülmülk Kündiri’yi azledip, büyük bir devlet adamı olarak tarihe adı geçen Nizamülmülk’ü vezir tayin etti.



Başına buyruk beylerle mücadeleye girişen Alparslan, hepsini bir bayrak altına toplamayı başardı. Böylece Selçuklu Devleti kuvvetlendi. 1064 yılının sonuna doğru Alparslan, Bizans İmparatorluğu’nun üzerine yürüdü. Gürcistan’ı zaptetti. İsyan eden kardeşi Kavurd’u itaate zorladı. 1065’te Amuderya ırmağını geçti, o bölgedeki hükümdarla anlaştı.


Alparslan’ın beyleri, Anadolu’da akınlar yapıp sayısız zafer kazandılar. Selçuklu Sultanının gittikçe kuvvetlenmesi Bizans İmparatorluğu’nu telaşlandırdı. İmparator Romanos Diyojenes ordusunu toplayıp sefere çıktı. Palu’ya geldiğinde Malatya’da bıraktığı ordusunun Türkler tarafından perişan edildiği haberini aldı. Geri dönmeye mecbur kaldı. 1070 yılında Alparslan, Horasan ve Irak ordularının başında Azerbaycan’a girdi, sınırdaki kaleleri fethetti. Van gölünün kuzeyinden geçerek Malazgirt önüne vardı, kale teslim oldu. Diyarbekir'den Elcezire’ye girdi, Urfa’yı kuşattı. Mısır’da birbirleriyle mücadele eden Fatımi komutanları, Alparslan’ı Mısır’ı almaya teşvik ediyorlardı. 1071 yılında Selçuklu ordusu Halep’te toplandı. 

Alparslan’ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Bizans İmparatoru Diyojenes son bir hamle yapmayı düşündü. Azerbaycan’a kadar giderek Türk kalelerini zapta ve Türkleri Anadolu’dan atmaya karar verdi. Rumeli’de yaşayan Peçenek ve Oğuz Türklerini de ordusuna kattı. 13 Mart 1071’de 200.000 kişilik Bizans ordusu İstanbul’dan yola çıktı. İmparator, halkına büyük zaferle dönmeyi vad etmişti. Diyojenes ve ordusu yol boyunca katliam yaparak Erzurum yoluyla Malazgirt’e ulaştı. Haleb’i teslim aldığı sırada Bizans ordusunun gelmekte olduğunu öğrenen Alparslan , Mısır Seferinden vazgeçip kuzeye doğru yola çıktı. 

Bizans ordusunun harekatını günü gününe haber alarak, vaziyetini ona göre ayarladı. Musul, Rakka, Urfa yoluyla Diyarbakır ve Bitlis’e ulaştı. Ordusundan on bin kişilik bir kuvvet ayırıp Ahlat’a gönderdi. Bizans kuvvetleri ile ilk çarpışma Ahlat’ta oldu. Bizanslılar bozuldu. Buna iyice kızan imparator, Malazgirt Kalesine hücum edip, içerde yaşayan kadın-çocuk, ihtiyar ne varsa hepsini öldürdü. Malazgirt’e doğru devamlı yol alan Alparslan 24 Ağustos günü Malazgirt’in doğusundaki Rahva Ovasına ulaştı. Ahlat’a gönderilen kuvvetlerin gelmesi ile kısa bir zamanda karşısına çıkmasına şaşıran Bizans İmparatoru da, ordusunu Rahva Ovasının öbür tarafında düzene koydu. Anlaşma tekliflerinin reddetilmesi üzerine savaş hazırlıkları başladı.

26 Ağustos Cuma günü askerlerini toplayan Alparslan atından inerek secdeye vardı ve; “Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diye dua etti.

Sonra atına binerek askerlerine döndü ve; “Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşah’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir.

Bu sözler orduyu coşturdu. Büyük şevkle ileri atıldılar. Alparslan son derece kurnazca bir harp taktiği planlamıştı. 

Hilal şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt meydanında dövüştü.

Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilalin içine düştü. 200.000 kişilik koca ordu perişan oldu. İmparator esir edildi. 

Sultan Alparslan savaştan sonra huzuruna getirilen imparatoru, hiç ümid etmediği şekilde affetti.

Bizans imparatorunun harp tazminatı ödemesi, her yıl haraç ve ihtiyac halinde Selçuklu ordusuna asker göndermesi karşılığında barış andlaşması yapıldı.

Fakat Diyojenes, İstanbul’a geri dönerken, Bizas tahtının el değiştirmesi, andlaşmayı geçersiz kıldı.

Alparslan da, Selçuklu şehzadelerini Anadolu’yu fetihle görevlendirdi. Türkler, kısa zamanda Anadolu’ya hakim oldular.

Sultan Alparslan , Malazgirt zaferinden sonra 1072 senesinde çok sayıda atlı ile Maveraünnehr’e doğru sefere çıktı. Türkleri bir bayrak altında toplamak istiyordu. 

Ordunun başında Buhara’ya yaklaştı. Amuderya nehri üzerinde bulunan Hana kalesini muhasara etti. Kale komutanı, batıni sapık fırkasına mensup Yusuf el-Harezmi, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi.


Hain Yusuf, Alparslan’ın huzuruna çıkarıldığı sırada Sultan’a hücum edip, hançer ile yaraladı. Yusuf’u derhal öldürdüler. Fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. Dördüncü günü, 25 Ekim 1072 tarihinde;

Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allahü tealaya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden bana, ayağımın altındaki dağ sallanıyor gibi geldi. “Ben, dünyanın hükümdarıyım. Bana kim galip gelebilir?” diye bir düşünce kalbime geldi. İşte bunun neticesi olarak, cenab-ı Hak, aciz bir kulu ile beni cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlarımdan dolayı Allahü tealadan af diliyor, tövbe ediyorum. La ilahe illallah Muhammedün resulullah!...” diyerek şehid oldu. 

Sultan Alparslan Tahran yakınlarındaki Rey şehrine defnedildi. (Allah Rahmet Eylesin)

10 Kas 2012

Etnografya Müzesi’ndeki Atatürk’ün tabutunun açıldığı gün - 9 Kasım 1953

Atatürk’ün Tabutunun Açıldığı Gün, 9 Kasım 1953



Kasım 1953 Pazar gecesi saat 23:30’da, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çaldı. Prof. Mutlu, Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü başkanıydı. Patalogdu. Arayansa Ankara Valisi Kemal Aygün’dü. Aygün,

-“Hocam” dedi, “10 Kasım günü Ata’mızın naaşını Anıtkabir’e taşıyacağız. Bunun için bir komite kurduk. Naaşı geleneklere uygun olarak toprağa defnedeceğiz. Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz.”

Prof. Mutlu önce reddetti. Mutlu, o sırada 40 derece ateşle yatıyordu. Hastalığını gerekçe göstererek, bu görevi bir başka meslektaşının yapmasını rica etti. Ancak Vali Aygün ısrarcıydı:

-“Ben sizi sarar, sarmalar götürürüm. Bu tarihi bir görev.”

Mutlu kabul etti ve 9 Kasım sabahı Etnografya Müzesi’ne gitti. Başbakan Adnan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve eski Başkan Abdülhalik Renda oradaydılar. Mutlu, görevden affını istemekle ne kadar büyük hata ettiğini o zaman anladı. Gerçekten tarihi bir tanıklıktı bu...

Anıtkabir yapılana değin, Atatürk’ün naaşının korunabilmesi için “tahnit” denilen bir işlem uygulanmıştı. Gülhane Patolojik Anatomi Profesörü Dr. Lütfi Aksu tarafından gerçekleştirilen bu işlem sırasında naaşa, şırıngayla özel bir formül enjekte edilmiş ve üzerine formüllerin yapıştırıldığı iki küçük ilaç şişesi, Ata’nın koltuk altlarına yerleştirilmişti. Bu işlemden dolayı Atatürk’ün naaşı o günkü biçimiyle korunabilmişti. Ancak İslam dini, ölünün defnini şart koştuğundan, geçici tahnitin bozulması koşuldu. Atatürk’ün Anıtkabir’e naklinden önce bu işlem için bir komite kurulmuş, Başbakan Adnan Menderes’in huzurunda, tahnitin bozulması için Atatürk’ün tabutunun açılması kararlaştırılmıştı.

Tabutun açılma günü gelip de, komite üyeleri toplanınca; Prof. Dr. Kâmile Mutlu “Başlayın” talimatını verdi. Mermer lahid sökülüyor, sonra betonlar kırılıyor ve tabutu kaldıracak olan makaralar, lahid salonunun tavanına yerleştiriliyordu.



Mermer lahid kırılıyor


Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes ve devletin üst düzey temsilcileri tabutun çevresinde toplanmış, soluklar tutulmuştu. Tabut salonun zeminine yerleştirildikten sonra, Başbakan Menderes, “Hanımefendi, buyurunuz” diyerek, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ı tabutun yanına götürüyordu.

Makaralar, lahid salonunun tavanına yerleştiriliyor

Atatürk’ün kız kardeşi başını tabuta dayıyor ve dakikalarca öyle kalıyordu. Belki çok uzaklarda, Selanik’te kalan günleri anımsıyor, belki de ağabeyinin ruhuna dualar gönderiyordu.


Makbule Atadan tabutun başında

Ve tabutun vidaları söküldü. Tahta tabutun içinde madeni bir sanduka bulunuyordu. Bu sandukada gaz birikmiş olma olasılığı düşünülerek, önce bir burgu ile delik açıldı. Gaz ya da koku çıkmadı.

Sanduka talaş doluydu. Koruma solisyonuyla ıslatılmış tahta talaşıydı bunlar! Talaş, naaşın ayak yönüne doğru toplandı. Ağzı kapalı ve içi sıvı dolu bir şise bulundu talaş arasında. Bu, naaşı koruma için kullanılan solüsyondan bir örnekti, üzerinde terkibi yazılıydı. Atatürk'ün naaşı beyaz kefene sarılmış, sonra kahverengi bir muşambayla kaplanmıştı. Sargıları açmaya başladılar. Soluklar tutulmuştu... Onbeş yıl sonra ilk kez Ata’nın yüzünü göreceklerdi.

Halk arasında, “Naaş çürüyüp bozulmuş”, “Çıkan gazlar tabutu patlatmış”, “Nöbetçi er kokudan bayılmış” gibi, bir yığın söylenti dolaşıyordu. Kefenin sargıları açılınca, Prof. Dr. Kâmile şevki Mutlu, orada bulunanların yardımıyla katafalka çıktı ve Atatürk’ün yüzüne baktı. Atatürk’ün derisi kahverengi bir hal almış; ama yüz hatları bozulmamıştı.

Atatürk araştırmacısı Prof. Dr. Utkan Kocatürk’ün, Prof. Dr. Kâmile şevki Mutlu ile yaptığı sohbetten aktardıklarına göre, Prof. Mutlu, gördüğü tabloyu şöyle anlatıyordu:

“Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca, Atatürk'ün heykel gibi duran yüzü ile karşılaştım. Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştü. Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında uyuyor gibiydi.”

Prof. Mutlu, kenarda bekleyen komite üyelerini tabutun başına çağırdı. Onlar da tek tek tabutun içine baktılar. En başta Başbakan Adnan Menderes vardı. Koyu renk takım elbisesi içindeki Menderes de, yanındakilerin yardımıyla katafalka çıktı, ürkek bir biçimde aşağı, tabuta doğru baktı.

O an neler olduğunu Prof. Mutlu şöyle anlatıyor:

-“Menderes çok heyecanlandı. Rengi sapsarı oldu. Bir de baktım ki, müzenin kapısına doğru gidiyor. Atatürk’ün yüzüne bakmadı. Tahmin ediyorum, kendinde o kuvveti bulamadı.”


Makbule Atadan ve Adnan Menderes

En sona Abdülhalik Renda kalmıştı. O da Ata’yla karşı karşıya gelir gelmez, tabutun yanına yığılıverdi.

Salondaki herkes Atatürk’ü tek tek gördükten sonra naaş, tekrar solüsyonla ıslatıldı. Ata’nın başı pamuklarla örtüldü ve vücudu beyaz kefenle sarıldı.

Bu sırada bir komiser, orada görevli adli tıp doçenti Doç. Dr. Cahit Özen’in yanına yaklaşıp avucunda taşıdığı bir kağıdı gösterdi ve şöyle dedi:

-“Bu kağıdı Atatürk’ün hemşiresi Makbule Hanım gönderdi. Kefenin içine, Atatürk’ün göğsü üstüne konmasını istiyor.”

Doç. Dr. Özen kağıda bir göz attı. Eski Türkçe bir şeyler yazılıydı.

-“Böyle bir kağıdı Atatürk kabul etmez. Bize kızar, darılır” !!! dedi. Komiser kağıdı katlayıp, cebine koydu ve uzaklaştı. Tüm işlemler bittikten sonra, salonda bulunanlar naaşın iki yanından geçip hep bir ağızdan besmele çektiler ve naaşı yeni tabuta yerleştirdiler. Bu tabut da, 15 yıl içinde yattığı büyük gülağacı tabutun içine konuldu. Üzeri bayrakla örtüldükten sonra, kapağı kapatıldı.


Tabut yerinden kaldırılıyor

Ve 10 Kasım 1953 sabahı, Atatürk'ün naaşı 12 askerin omuzları üzerinde, 15 yıl önce onu Dolmabahçe’den Ankara’ya getiren top arabasına yerleştirilip, 136 asteğmenin çektiği bu arabayla, matem marşı eşliğinde, son durağı olacak Anıtkabir’e taşınıyordu. Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e doğru yol alan korteji, Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım hıçkırıklar içinde izliyordu.

Atatürk'ün tabutununu katafalka konulduktan sonra Öğretmen Okulu öğretmen ve öğrencilerinin Türk Bayrağını katafalkın üstüne özenle sermeleri.(10 Kasım 1953)

Bu arada ülkemizdeki tüm din cemaatlerinin temsilcileri de kortejde yerlerini almıştı. Ermeni, Yahudi, Katolik ve Rum temsilcilerle, dönemin Diyanet İşleri Başkanı birlikte yürüyorlardı. Radyodan yayımlanan o görkemli tören, en az 15 yıl önceki denli hüzünlü geçiyor, başkent cadde ve sokakları, insan yığınlarıyla dolup taşıyordu. Atatürk, sonsuza değin kalacağı Anıtkabir’e taşınıyordu!..



10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesi

Osman Ersoy ve Halide İntepe, 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesi’nde asistan olarak çalışıyorlardı. Bu nedenle müzede yapılan töreni ve tabutun içindeki Atatürk’ü son kez görme fırsatını buldular. Osman Ersoy izlenimlerini şöyle anlatıyor:

-“Sağlığında görmemiştim Atatürk’ü... Korkunç heyecanlıydım. Biz çalışanlar, asistanlar, memurlar sırayla katafalka çıktık. Oldukça sararmış ve küçülmüş bir çehre... Bir, iki günlük sakalı vardı. Kaşları fevkalâde iyi şekilde fark ediliyordu.”

Halide İntepe ise şunları söylüyor:

-“Tabut kapanmadan en son gittim baktım. Başı yana doğru eğikti. Yüzü hiç bozulmamıştı. Azıcık sakalları çıkmıştı. Hani insan hasret giderek ölürse, gözleri aralık kalırmış ya, öyle aralıktı gözleri... Ama bir ölü yüzü yoktu. Uyuyor gibiydi...

Kaynak: Semra Atay, Başkent Üniversitesi Kültür Yayını Bütün Dünya Dergisi, Sayı: 2008/11. Sayfa: 27-31

7 Kas 2012

Uzak Diyarlara Adını Veren Memleket: KARS



Kanada'daki Kars Kasabasının Hikayesi;

Ruslara ve Ermenilere karşı vermiş olduğu mücadelelerle tarihte önemli bir yere sahip olan Kars'ın Kanada'ya kadar uzanan ilginç bir hikayesi var.

RUSYA'NIN UYANIKLIĞI

Rusya'nın 30 Kasım 1853'de Sinop'u basıp Kırım'da donanmaları yakması üzerine Osmanlı Devleti, Rusya’ya karşı İngiltere ve Fransa ile 27 Mart 1854’te ittifak antlaşması imzalar. Bu anlaşma sonrası Osmanlı Devleti'nin ordunun büyük çoğunluğunu Kırım'a yığması sonrası Doğu Anadolu'da büyük bir boşluk oluştu. Sıcak denizlere inmek için fırsat kollayan Rusya, bu durumdan istifade etmek için 14 Haziran 1855'de Kars'ı kuşatır. Rusların bu kuşatması, Kars halkının büyük bir kahramanlık mücadelesinin fitilini ateşler.



AVRUPA'YI SALLAYAN KAHRAMANLIK

Kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden Rus ordusuna karşı amansız bir direnişe girişen Kars halkı, Rusya'ya kolay lokma olmadıklarını göstermek için amansız bir mücadeleye girişir. Bu direniş karşısında neye uğradığını şaşıran Rus ordusu, bir süre sonra işgal ettiği yerlerden geri çekilmeye başlar. Türk ordusundan 4 kat fazla askere sahip olan Rus ordusunun Kars Kalesi'ni ele geçirememesi ve halkın kahramanlık hikayesi o dönem Avrupası'nda da hızla yayılmaya başlar.

KARS'IN KAHRAMANLIĞI KANADA'YA ULAŞTI

Avrupa'da hızla yayılan bu Kars halkının kahramanlık hikayesi Paris'in açıkhava tiyatrolarında da sahnelenmeye başlar. Bu sürecin böyle devam ettiği esnada İngiltere, sömürgesi Kanada'ya deniz altından telgraf kablosu döşeme işini bitirir. Bu hattan ilk haber olarak Türklerin Kars savunması Kanada'ya ulaşır.

KASABALILAR İSİM DEĞİŞİKLİĞİNE GİTTİ

Kars'ın Kanada'ya uzanış hikayesi bu olaydan sonra başlar. Kanada'da Wellington adlı iki kasaba vardır. Bu kasabalara gönderilen postaların sık sık karışması halkı iyice huzursuz etmeye başlamışken, sürpriz bir isim değişikliği önerisi gündeme gelir. Kasabada 'hangi adı alalım' tartışmaları sürerken Türk halkının Kars destanı haberini öğrenirler. Bu kahramanlık destanından çok etkilenen kasabalılar 'Bu kahraman kentin adını kasabamıza verelim' önerisi üzerinde hemfikir olurlar. Böylece aynı isimli 2 kasabadan biri 1855 yılında Kars adını alır.

2 Kas 2012

İyi Bir Esnafın Sahip Olması Gereken 5 Temel Özellik





 Bugünkü yazımda, bir yandan ileride esnaf olmak isteyen gençleri aydınlatırken, diğer yandan da ileride emekli olmak isteyen esnafların dünyasını mercek altına almaya çalışacağım. Esnaflık nedir, kime esnaf denir, esnaflar neden erken kalkar gibi sorularınızın yanıtlarını vermeye çalışacağım. Eğer hayalinizdeki meslek, esnaflıksa ve siz de iyi bir esnafın sahip olması gereken genel özelliklere sahipseniz, önünüzde hiçbir engel yok demektir. Şimdi sözü fazla uzatmadan, konumuza geçelim:


Kime esnaf denir?

Esnaf ve sanatkarlar odasına kayıtlı kişilere esnaf denir. Esnafın iyi küfredemeyenlerine ise sanatkar adı verilir. Peki, iyi bir esnafın özellikleri nelerdir?


(Esnaf vs Sanatkar) 

1. Gerçek esnaf asla övünmez

İyi bir esnaf; malıyla, dükkanıyla, elemanıyla övünmez. Kendinden övgüyle söz etmek, esnaf için bayağı bir davranış, bir utanç kaynağıdır. Bu nedenle, deneyimli bir esnaf kendini övmektense, komşusunu karalar. Yumurtan taze mi? diye soranlara, “Bizim yumurtalar, yan bakkalın yumurtasından iki gün sonra geldi.” diye yanıt verir. İsmail Usta’nın mobilya dükkanı nerede diye soranları, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle “Çakal İsmail mi?” diye yanıtlar. Bu ifadeler öyle doğal söylenir ki, ne söyleyen ne de dinleyen en ufak bir kuşku duyar. Çevreye çamur attıkça, göreceli olarak sizin malınızın değeri artmaya başlayacağından, deneyimli bir esnaf, bir yandan bok atarken, diğer yandan kapısını aralayıp, kesekağıdını açar ki müşteri kendisine doğru harekete geçsin.

2. Fatura mı, duymamış olayım?

Fatura sözcüğüne verilecek tepkinin ayna karşısında çalışılması gerekir. Deneyimli bir esnaf bunu kendiliğinden becerebilse de, çiçeği burnunda bir esnaf için fatura sözcüğünü duyduğu anda kaşlarını çatıp, yüzünü ekşitmek, aynı anda müşterinin üzerinde doğru göğsünü kabartarak bir iki adım atmak, öyle dışarıdan görüldüğü kadar kolay işler değildir. Eğer henüz bu yetkinliğe sahip değilseniz “B Planı”nı uygulayabilirsiniz. Bu seçenek, faturasını isteyen müşteriyi duymamak biçiminde özetlenebilir. Ancak burada kastedilen şey duymamış gibi yapmak veya duymazlıktan gelmek değil. Müşteriyi bazen gerçekten duymamak gerekir. Tanıdığım bir manav şöyle demişti: “Abi, bazen müşterinin ağzı burnu oynuyor ama bir ses çıkmıyor, sonradan anlıyorum benden fiş istiyormuş. Ne gerek var bir parça kağıt için bu kadar maskaralığa anlamıyorum.” Görüldüğü gibi fatura sözcüğü, iyi bir esnafın kulakları ile beyni arasındaki süzgeçte takılır kalır. Müşteri iki kere ister, üçüncüde vaz geçer. Dördüncü diye bir şey zaten olmaz.



(Çalışma: Ayna karşısında müşteri duymama egzersizi) 

3. Esnaf hem sever, hem döver

Müşteri her zaman haksızdır. Ancak müşteriler, haksız olduğunu bile bile herşeyi istemeyi sürdürürler. Daha tazesi yok mu? Daha ucuzu yok mu? Daha bilmem nesi kalmadı mı? İnanmazsınız, ben sivri biberin daha sivrisi yok mu diye soran müşteri bile gördüm. Geçen gün elli kuruşluk sakız için önümdeki çocuk, bakkala beş dakika hikaye anlattı. Hangisi daha iyi balon yapıyormuş, fiyat/performans açısından damla sakızlılar ile diğerleri rekabet edemezmiş falan filan. Çocuk, beş dakika içinde sakızla ilgili edilebilecek ne kadar boş laf varsa hepsini etti. Bakkalın, çocuğun yüzüne uzun uzun baktığını görünce, ne yalan söyleyim, bakkal çocuğu dinliyor sandım. Meğer adam arka raftaki sigaraları sayıyormuş. Sayması bitince, çocuğa dönüp “Al birini s.ktir git” dedi. O anda, havadaki bulut dağıldı, hem çocuk hem de ben rahatladık. Ortamdaki gergin hava kayboldu, taşlar yerine oturdu.



(Müşteri memnuniyeti) 

4. Satılan mal geri alınmaz

İade işlemi aslında son derece basit bir konu olsa da müşteriler bunu anlamakta zorlanırlar. Düşünün: Mahallenin kasabı olarak, et satıyorsunuz. Bugün sattığınız etler, yarın geri geliyor siz de aldığınız paraları geri ödüyorsunuz. Üç gün sonra, “Oğlum ben hıyar mıyım, ne bokuma yarıyor lan bu iade olayı?” demez misiniz? Ticaret kısaca alsat işlemine verilen addır. Oysa bizim örneğimizdeki durum alsatal işlemine karşılık geliyor. Aynı malı, bir kere satıp iki kere almışsanız, o mal kıçınıza girmiş demektir. Bir yakınım, bilmem ne bebe mağazası, nedenini sormadan ürünlerini iade alıyor diye her alışverişini oradan yaptığını söyledi. Geçen gün aldığı oturağın rengini, çocuğu beğenmeyince, oturağı mağazaya iade etmiş. Sadece bir kez kullanmış. Yani, sattığınız ürünün içine sıçıldıktan sonra aynı paket içinde dükkanınıza geri getirildiğini düşünmenizi istiyorum. Evet, gerçek ne yazık ki bu. İade hakkı olduğunu bilen müşteriler, ürünlerini iade etmeden önce içine sıçar, öyle getirirler. O nedenle deneyimli bir esnafın, “Geçen gün bu ürünü sizden almıştık.” diye başlayan cümlelere vereceği yanıtlar bellidir:

• Eeeee, n’apalım, bizden aldıysan;
• Ben mi al dedim sana;
• Onu alırken düşünecektin.

5. Güleryüz her kapının anahtarıdır

Bu nedenle eğer çilingir değilseniz güleryüze gereksiniminiz olmaz. Gülen bir yüz müşterinin gereksiz biçimde rahatlamasına neden olur. Satış yapmak yerine laklak etmek, saatlerce pazarlık etmek, ürününüzle ilgili olumsuz şeyler duymak istemiyorsanız yüzünüzde gergin, biraz da sinirli bir ifade olmasına dikkat edin. Eğer bu ifadeye karşın, müşteri pazarlık etmek istiyorsa, yalandan bir telefon görüşmesi yapıp, karşıdaki kişiye ana avrat düz gidilmesi müşteride caydırıcı etki yaratabilir. Karşınızdaki kişi bu yönteme de yanıt verilmiyorsa, bir sonraki seçenek düşünülebilir.

- Defol git. Nereye şikayet edersen et.

Müşterilerin kapıdan girmesini istediğimiz gibi, bazen de onların aynı kapıdan çıkmasını isteyebiliriz. Bu durumda müşteriye kısaca git denir. Durumun aciliyetine göre “git” sözcüğünün önüne aşağıdakilerden birisi getirilebilir:

1-) Hadi
2-) Defol
3-) Bi s.ktir

Kovulan müşteri, hemen şikayet kozunu devreye sokar. Bu nedenle başlıkta yer alan iki sözcük öbeğini, genellikle art arda söylemek zorunda kalırsınız. Ülkemizde tüketiciyi kollayacak yasalar doğru düzgün uygulanmamaktadır. Bu yasalardan çözüm alabilmek öylesine güçtür ki, birkaç tane, takıntılı emekli avukat dışında kimse bu tür işlerle uğraşmaz. Dolayısıyla, şikayet edeceğini söyleyen kişi aslında sizi korkutmaya çalışıyordur. Oysa, bilinmesi gerekir ki: iyi bir esnaf, sadece komşusundan korkar.



(Evrensel “Bişey alacaksan al yoksa sktrtgit meşgul etme dükkanı” gülüşü)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Ara